Gönderen Sadi YALGIN zaman Cumartesi, 07 Ocak 2023
Kategori: Trekking

Yalnızlıklar

"Yürüyüşten hakkıyla keyif alabilmek için yalnız olmak gerekir. İki kişi bile olsa yürüyüşe grup hâlinde çıktıysanız, buna sadece lafta yürüyüş denir, esasında pikniğe çıkmışsınızdır. Yürüyüşe yalnız çıkılmalıdır, çünkü yürürken özgürlük elzemdir, çünkü keyfinize göre durabilmeli, devam edebilmeli, istediğiniz yola sapabilmelisinizdir, çünkü ritminizi bizzat kendiniz belirleyebilmelisinizdir. [Robert Louis Stevenson, Virginibus Puerisque and Other Essays] 

 İNSAN gerçekten yalnız mı yürümelidir? Böyle düşünenler sadece Nietzsche, Thoreau, Rousseau değildir.

Birlikte yürürken adımlar çarpışır, aksar, yanlış hızda gider. Yürürken öncelikle temel ritminizi bulmanız, onu korumanız lazımdır. Doğru temel ritim size uygun olan, sizi yormayan ve tükenmeden on saatten fazla yürümenize olanak veren ritimdir. Ancak bu ritim çok şaşmazdır. Bir başkasının ritmini yakalamak, yani normalden daha hızlı ya da yavaş yürümek zorunda kaldığınızda bedeniniz bu adımları gerektiği gibi takip edemez.

Yine de mutlak yalnızlık şart değildir. Yanınızda üç-dört kişi olabilir, bu şekilde konuşmadan ilerleyebilirsiniz. Herkes kendi adımına, hızına bakar, arada kısa mesafeler oluşur ve en öndeki zaman zaman durup arkasına dönerek, "Her şey yolunda mı?" diye sorar kendi soyutlanmışlığını koruyarak; düşünmeden, hatta neredeyse kayıtsızca. Bir el işaretiyle cevap verilir ona. Diğerleri elleri kalçalarında en arkadakini beklerler; sonra tekrar yola çıkılır ve bir bakmışsınız ki sıra değişmiş. Ritimler değişir, birbiriyle kesişir. Çünkü kendi temponuzda yürümek, hep aynı düzende yürümek anlamına gelmez; beden makine değildir!

 Ara ara kendini gevşetir ya da keyif anları yaratır. Dolayısıyla üç-dört kişilik yürüyüşler bu paylaşılan yalnızlık anlarına olanak tanır. Çünkü yalnızlık da tıpkı ekmek ve gün ışığı gibi paylaşılır.

 Dört kişiden fazlası bir araya geldi mi bir koloni, yürüyen bir ordu çıkar ortaya. Bağrışmalar, uğultular, bir onun bir bunun yanına geçmeler, birbirini beklemeler, bir adım sonra klana dönüşecek gruplaşmalar... Herkes araç gereçleriyle övünür. Yemek zamanlarında bir şeyler tattırılmak istenir, güzel sürprizler yapılır, herkes kendi yemeğiyle öne çıkmak ister. Tam bir cehennem azabı! Basit, sade hiçbir şey yoktur artık; dağlara nakil olmuş bir toplum parçası vardır. Karşılaştırma başlanır. Yalnızlığı dört kişiden fazlasıyla paylaşmak mümkün değildir.

  Hal böyleyken en iyisi tek başına yürümektir, tabii ki insan hiçbir zaman tamamen yalnız değildir.

Thoreau'nun söylediği gibi, "Özellikle kimselerin uğramadığı sabah saatlerinde evde bana eşlik eden pek çok arkadaşım olur" (ağaçlar, güneş, çakıl taşları...). Aslında bizi yalnızlığa sürükleyen çoğunlukla başkasıyla karşılaşmaktır. Sohbet kendinden ve farklılıklarından bahsetmeye götürür kişiyi. Ve bu başkası bizi, tarihimiz ve kimliğimiz içindeki, bencil ve yalanlar söyleyen özümüze taşır yavaş yavaş. Sanki hep öyleymişiz gibi..."

Doğaya dalıp gitmek dikkatinizi dağıtır. Her şey sizinle konuşur, sizi selamlar, sizden ilgi ister: Ağaçlar, çiçekler, yolların rengi. Rüzgarın iniltisi, böceklerin vızıltısı, derelerin çağıltısı, adımlarınızın sesi... Hepsi varlığınıza yanıt veren mırıltılardır. Yağmur da öyle. İnce, yumuşak bir yağmur şaşmaz bir refakatçi; rengini, ahengini, eslerini dinlediğiniz bir mırıltıdır: Taşa düşen damlaların o kendine has şıpırtısı, hızı değişmeyen yağmurun ezgilerle örülmüş uzun sicimleri. Tefekkürün mutlak kavrayışıyla bize sunulan onca şeye şahitlik ederek yürürken yalnız kalmak mümkün değildir. Bir gayret kayanın tepesine tırmandıktan sonra oturup manzarayı seyre daldığımızda yaşadığımız sarhoşluk. O araziler, evler, ormanlar, patikalar, hepsi bizimdir, bizim içindir.
Yükselerek onların efendisi kılarız kendimizi, geriye bu hakimiyetin tadını çıkarmak kalır sadece. Dünyaya sahip olunca kim yalnız hissedebilir ki kendini? Görmek, egemen olmak, bakmak sahip olmak demektir. Hem de mülkiyetin külfetleri olmadan; dünyanın manzarasından adeta çalarak faydalanırız. Ama tam olarak çalmak da değildir bu, çünkü tırmanmak emek sarf etmeyi gerektirir. Gördüğüm, görebildiğim her şey bana aittir. Ne kadar uzağı görüyorsam, o kadar çoğuna sahibim. Yalnız değilim: Dünya bana ait; benim için ve benimle var.

Bilge bir gezgin hakkında bir hikaye vardır. Bilge, karanlık ve fırtınalı bir havada, dibinde olgun buğdaylarla kaplı küçük bir tarla olan büyük bir vadiden aşağı yürüyormuş. Yabani otların arasında ve karanlık göğün altında, rüzgarın usulca dalgalandırdığı kare şeklinde bir parıltı oluşturuyormuş tarla. Gezgin ağır adımlarla yürürken bu güzel görüntünün tadını çı-karıyormuş. Çok geçmeden, yorucu bir günün ardından başı önde evine dönen bir çiftçiyle karşılaşmış ve adamı durdurup kolunu sıkarak içten bir sesle, "Teşekkür ederim," demiş. Çiftçi hafifçe irkilip, "Sana verecek hiçbir şeyim yok zavallı adam," diye karşılık vermiş. Bunun üstüne yaşlı gezgin yumuşak bir sesle, "Bir şeyler verdirtmek için teşekkür etmedim sana, zaten her şeyi vermiş olduğun için teşekkür ettim. Şu buğday tarlasıyla çocuğun gibi ilgilenmişsin, o da senin emeğinle kavuşmuş bugünkü güzelliğine. Şimdiyse sadece bir buğday tanesi ne kadar eder, ona bakıyorsun. Bense yürürken yol boyunca beslendim o tarlanın altın sarısıyla," diyerek tebessüm etmiş. Çiftçi arkasını dönüp başını iki yana sallayarak, deliler hakkında söylenerek yoluna devam etmiş. 

Yalnız değilizdir işte, çünkü yürürken çevremizdeki ağaçların, çiçeklerin, canlı her şeyin yakınlığını, sevgisini kazanırız. Bazen bu yüzden, sırf ziyaret etmek için çıkarız yürümeye, o yeşil açıklıkları, o ağaç topluluklarını, o mora çalan vadileri ziyaret etmek için. Birkaç gün, hafta ya da yıl sonra, "Epey oldu orayı görmeyeli. Beni bekliyordur, tabana kuvvet gideyim o zaman!" deriz kendimize. 

Sonra yol, toprağa basma hissi, tepelerin şekli, ağaçların yüksekliği buluşuverir yavaşça: Tanıdıklarınızdır bunlar. 

Ve son olarak, yürürken hiçbir zaman yalnız değilizdir çünkü yürüdüğümüzde çok geçmeden iki kişi oluruz, özellikle de uzun süre yürüdükten sonra. Demek istediğim, tek başımıza da olsak, bedenimizle ruhumuz arasında bir diyalog vardır her zaman. Eğer yürüyüş düzgün ve sürekliyse kendimi teşvik eder, metheder, kutlarım: Aferin beni taşıyan bacaklarıma... bir atın boynunu
sıvazlar gibi kendi uyluklarımı sıvazlarım. Uzun süredir güç harcadığında, zorlandığı anlarda bedene destek olmak için oradayım ben: Hadi, devam et, tabii ki yapabilirsin. Yürürken çok geçmeden iki kişi olurum. Bedenim ve ben: bir çift, eski bir hikaye. Ruh gerçekten de bedenin tanığıdır, faal ve tetikte bir tanık. Bedenin ritmini izlemesi, sarf ettiği güce eşlik etmesi gerekir. Dik yokuşlarda bacaklarımıza yüklendiğimizde bedenin ağırlığını hemen dizlerimizde hissederiz. İtekleriz onu ve ruh her adımda, "Güzel, güzel, güzel," diye araya girer. Ruh bedenin gururudur. Yürürken kendime eşlik ederim, iki kişi olurum. Hep yeniden başlayan bu sohbet bütün gün sürebilir, hem de usandırmadan. Bu paylaşımı yapmadan yürüyemeyiz, ilerlediğimizi bu sayede hissederiz. Yürürken hep kendimi gözlemler, kendimi cesaretlendiririm. 

Dört bir yanı kayaların çevrelediği, uçurumların tepenizden baktığı, bitki örtüsünden eser olmayan çok yükseklerde, kaya döküntüsü ve çakıl kaplı zorlu yollarda elbette zaman zaman biraz umutsuzluğa kapıldığınız, kendinizi fazlasıyla yalıtılmış, deyim yerindeyse dışlanmış hissettiğiniz olur. Kara bulutların birazcık alçalması bile bu duyguları hızla dayanılmaz, baş edilemez kılmaya yeter. Boğazınız düğümlenir, zorlu patikaları yüreğiniz ağzınızda aceleyle inersiniz. Devasa kayaların ezici sessizliği altında bu şekilde tek başına uzun süre yürümek imkansızdır; adımlarınız inanılmaz bir şiddetle yankılanır. Nefes alan, hareket eden bedeniniz bir ucube; soğuk, mağrur, kusursuz, ebedi cevherdeki yaşamın reddettiği bir lekedir. Aynı şekilde, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde, yağmur ve sisten göz gözü görmüyor, bedeniniz soğuktan donuyorken de uzun süre yalnız yürüyemezsiniz.

Frederic GROS - Yürümenin Felsefesi (Özgün Adı: Marcher, une philosophie & Çeviri: Albina Ulutaşlı)

İlişkili Yazılar

Yorum Yapın